Monday, May 22, 2006

İÇERİK ADRESLERİ

http://yeraltiyazilari.blogspot.com
PROLETARYA İHTİLÂLİNİN TEORİK MESELELERİ- ÜÇ PROPAGANDA YAZISI -
- GİRİŞ- PROLETARYA DİKTATORYASI
- ÖZEL ÖNEMİ OLAN BİR FELSEFÎ KONU: BİLİNÇ
- PARTİ MESELESİ
• Genel bakış
• Türkiye’de proletarya mücadelesi
• Türkiye’de rejimin siyasî yapısı
• Mekanizma nasıl kurulmalıdır
• Bitirirken bir kaç not

* * *
http://yeraltiyazilari2.blogspot.com
DEVRİMCİ SENDİKACILIK
- CHP, TKP’Yİ DİSK’DEN KOVUYOR
- ULUSAL DEMOKRATİK CEPHE (UDC)
- KOMÜNİSTLERİN SENDİKA HAREKETİNE BAKIŞLARI NASIL OLMALIDIR
- GÜNEY’DE SENDİKALAR KONUSUNDA YAPILAN TOPLANTILAR ÜZERİNE

* * *
http://yeraltiyazilari3.blogspot.com
FAŞİZM VE REVİZYONİZM HAKKINDA AÇIKLAMALAR
- TÜRKİYE’DE EMPERYALİZME BAĞIMLI BURJUVAZİNİN SINIF HAKİMİYLETİ “FAŞİST DİKKATÖRLÜK”;, BU SINIF HAKİMİYETİNİN ALETİ OLARAK DEVLET İSE, “FAŞİST”DİR
- REVİZYONİZME KARŞI KOMÜNİST TUTUM

* * *
http://yeraltiyazilari4.blogspot.com
ENTERNASYONAL PROLETARYA BİRLİĞİ
- YOLDAŞ “A.D”

* * *
http://yeraltiyazilari5.blogspot.com
“ TÜRKİYE KOMÜNİSTLER BİRLİĞİ”NİN YAYIN ORGANLARIYLA İLGİLİ ELEŞTİRİ NOTLARI"
- GİRİŞ
- BİRİNCİ BÖLÜM
- İKİNCİ BÖLÜM

TÜRKİYE’DE, EMPERYALİZME BAĞIMLI ,,,

TÜRKİYE’DE, EMPERYALİZME BAĞIMLI BURJUVAZİNİN SINIF HAKİMİYETİ “FAŞİST DİKKATÖRLÜK” BU SINIF HAKİMİYETİNİN ALETİ OLARAK DEVLET İSE, “FAŞİST”TİR

Yoldaşlarımıza, Kasım 1976 tarihini taşıyan,”Proletarya İhtilâlinin Teorik Meseleleri” başlıklı bir yazı sunduk. Bu yazının “Parti Meselesi” bölümünün, “Türkiye’de Rejimin Siyasî Yapısı” başlığı altında da, devletin bir analizini yapmaya çalıştık. Ulaştığımız sonuç, devletin faşist niteliği ve burjuvazinin faşist diktatörlüğünün Türkiye’de varlığı idi. Biz, Türkiye’de rejimin siyasî yapısını açıklarken, devletin aslî unsurları olarak; orduyu, polisi, bürokrasiyi ele aldık. Bunun yanı sıra da, rejimin işleyişini sağlayan parlamentoyu, hükümetleri, mahkemeleri, ceza evlerini ve benzerlerini incelemeye çalıştık. Bu görüşümüzü, daha önceki yazılarımızda da belirtmiş ve sözle de, defalarca ifade etmiştik. Adı geçen yazıda, şunları söylemiştik:
“Bu gün, ‘kapitalizmin en yüksek aşaması emperyalizm’ hüküm sürmektedir. Bu demektir ki, kapitalist sömürme mekanizması, yoğun bir sömürme eylemi içerisindedir. Zor ve şiddet, burjuva devletlerinin temel dayanakları halindedir. Ordu, polis ve bürokrasi, amansız bir sömürüyü gerçekleştirmek üzere, devamlı faaliyet içerisindedirler.”
Gene aynı yazıda, şunu da belirtmiştik:
“Şu anda Türkiye’de, ordu, polis ve bürokrasi, baskı aracı olarak, devletin bütün öteki kurumlarına hakim durumdadırlar.”
Şöyle de demiştik:
“Bu rejim, bu gün artık faşizm derecesine ulaşmış ve faşizmin yüksek aşamalarına doğru hızla yola koyulmuştur. Gericidir, gaddardır, insanlıkla hiç bir ilişkisi kalmamıştır. Bu gün, kapitalizm için, faşizmden geriye doğru bir dönüş yoktur. Nasıl ki genel gelişmesi içerisinde, kapitalizm emperyalizme dönüşmüştür. Bu aynı zamanda, kapitalizmin, siyasî olarak da had safhada gericileşmesi demektir.”
“... Emperyalizm”, sömürdüğü ülkelere kapital ihraç ederken, oralarda, kendi siyasî yapısına uygun tekelci kapitalist devlet ve ya malî oligarşinin hayat unsurları olabilecek, sürekli denetim altında tuttuğu devlet modellerini de yaratır. Bu, hali-hazır durumuyla Türkiye’de, emperyalizme bağımlı kapitalist devlet şeklinde görülmektedir.
“Türkiye’de kapitalizmin gelişimini, emperyalizmin doğuşu tarihi olarak ele almak ve emperyalizm tarafından sömürülen ülkelerin gelişim tarihi içerisinde değerlendirmek doğru olur. Böyle ülkelerde kapitalist devlet, doğduğu andan itibaren, faşist temayülleri olan ve kısa zamanda bu temayüllerini gerçeğe çeviren bir devlettir. Esas olarak o, kapitalizmin gerici bir aşaması olan emperyalizm döneminde doğmuş olmasından dolayı, burjuvazinin tarihî ilericiliğini hiç bir zaman yaşayamadan ölmek bahtsızlığı içerisindedir. Bu yüzden de, emperyalist sistemin bir parçası olarak Türkiye’de devlet, iflâh olmaz derecede gericidir. Üretim güçlerini geliştirmedeki yeteneksizliği, bütün olarak her zaman emperyalizmin vesayetinde olmak mecburiyeti ve artık millî olabilmek imkânlarının bulunmayışı, bu devleti yaşamak pahasına zorba, gaddar ve alçak kılmaktadır.”
Bir kaç arkadaşımız birden bire, Türkiye’de devletin faşist olmadığını ve burjuvazinin sınıf hakimiyetinin ise, faşist diktatörlük olmadığını ileri sürerek; bizlerin yanlış düşündüğümüzü, meselelerin derinine inemediğimizi belirttiler. Karşılığında, devletin niteliğinin ne olduğu sorusuna hiç bir cevap almamamıza rağmen, biz gene de onları ciddiye aldık ve bu konuda, daha açıklayıcı bilgiler getirmeye gayret gösterdik. Onlar esas olarak, -daha doğrusu sadece- bizim faşizmi baskı ve şiddet olarak gördüğümüzü, faşizmin ise, daha başka şeyler gerektirdiğini ileri sürmektedirler. Faşizmin olmadığına kanıt olarak da, Mussolini ve Hitler’in klâsik faşizmlerine benzemediğini göstermektedirler. Sonuç olarak, faşizmin, belli bir tarihî zaman kesitinin ürünü olduğunu ve bunun da artık geçiştirilmiş bulunduğunu söylemektedirler. Üstelik bu tezlerine dayanak olarak, Dimitrov’u göstermektedirler. Elbette ki, bütün bu görüşleriyle tamamen yanılmakta ve bilgisizliğin, yahut da, bilgiçliliğin, zavallı birer örnekleri haline gelmektedirler. Onların yukarıda açıkladığımız ve bize sözle ilettikleri iddialara, bizzat Dimitrov, “Faşizme Karşı Birleşik Cephe” adlı kitabının, “Faşizm ve Sarı Sendikalara Karşı Mücadele Tedbirleri” başlıklı bölümünde, şöyle cevap vermektedir:
“Çok iyi bilinmelidir ki, faşizm, yerel ya da geçici bir olay değildir. Faşizm, emperyalizm ve sosyal devrim döneminde, kapitalist burjuvazi ve diktatörlüğünün, sınıf hakimiyeti sistemidir.”
Aynı paragrafta, daha ileride şunları görmekteyiz:
“Bütün burjuva devletleri, eninde sonunda ya bir hükümet darbesi ile, ya da “barışçı” bir yolla, ya gaddarca ya da tatlı sert bir biçimde faşizme geçer. Geçiş yöntemleri önemli değildir ve belirli bir ülkenin özel şartlarına, sosyal yapısına, politik güçler ve sınıflar arasındaki dengeye bağlıdır.”
Aynı bölümden ve Dimitrov’dan devam ediyoruz:
Dimitrov, sömürülen ülke burjuvalarının, emperyalist burjuvazi ile rekabet edebilmek için, proletaryayı her zaman gaddarca sömürdüğünü ve köylü yığınlarını soyduğunu söyledikten sonra,
“Burjuvazi egemenliğini korumayı, kitlelerin devrimci çıkışını bastırmayı, kapitalist istikrara ve rasyonelliğe ulaşmayı, ancak halk yığınlarının zararına olacak bir faşist diktatörlükle başarabilir.” demektedir.
Aynı kitabın, “Faşizmin Sınıfsal Muhtevası” başlığını taşıyan bölümünde de, şunlar söylenmektedir:
“Faşizmin yönetimi ele geçirmesi, sadece bir burjuva hükümetin, bir diğerini izlemesi değildir. Burjuvazinin –burjuva demokrasisinin- belli bir sınıfsal egemenliği içeren devlet biçiminin, bir diğeriyle; açık terörist diktatörlükle, değiştirilmesidir.”
Buraya kadar Dimitrov’un yazdıklarından çıkardığımız sonuçlar, arkadaşlarımızın faşizmi hiç mi hiç kavramadıklarını ortaya çıkarmıştır. Şöyle ki:
Faşizm, emperyalist dönemde, proletarya ihtilâlleri çağında ortaya çıkmış burjuva diktatörlüğünün bir devlet biçimidir. Ve burjuva devletler, kaçınılmaz olarak, faşizme geçmek zorundadırlar. Ve gene faşizm, ne mahallî, ne de geçici bir olaydır. Faşizm, geliş metodu olarak çok çeşitlilik göstermekle birlikte, uygulama tarzları da farklıdır. Fakat hepsinin ortak özelliği, aşırı sömürme ve hayatiyetlerini koruma adına, terörist ve anti-demokratik olmalarıdır.
Burjuvazi çağımızda, hem proletaryanın ve çıkarları ona bağlı yoksul yığınların ihtilâlci hareketini bastırmak, hem de, kendi ekonomik bunalımlarını bir istikrara kavuşturmak bakımından, böyle bir rejime ihtiyaç göstermektedir. Halen emperyalist dönemde ve proletarya ihtilâlleri çağında bulunduğumuza göre, faşizm, şu ve ya bu biçimiyle burjuvazinin sınıf hakimiyetini yürütmek üzere, yürürlükte olmak gerekir. Tekrar ediyoruz, bu rejimin belirleyici özelliği, burjuva demokrasisinin reddedilmesi ve açıkça terörist bir diktatörlüğün yürürlüğe konmasıdır. Elbette ki, bu rejimin dayandığı ideolojik temeller, milliyetçilik­, ırkçılık ve dincilik olarak da açıklanmalıdır. Bu nedenle, faşizmin zor ve şiddetle, zorbalıkla açıklanmasında, şaşılacak hiç bir şey yoktur. Faşizmi, bu özelliklerinin dışında aramaya kalkışmak, faşizmi bir hayal olarak göstermekle eş anlamlıdır.
Stalin, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Onyedinci Kongresi’ne sunduğu raporunda, Alman faşizmini şöyle anlatmaktadır. “Bolşevik Partisi Tarihi” (2) adlı eserin Onbirinci Bölüm’ünden aktarıyoruz:
“Almanya’da faşizmin zaferi, yalnızca işçi sınıfının zayıflığının bir belirtisi ve faşizme yol açan Sosyal Demokrat Parti’nin işçi sınıfına ihanetinin bir sonucu olarak görülmemelidir; bunu, burjuvazinin artık eskisi gibi parlamentarizm ve burjuva demokrasisi yöntemleriyle egemenliğini sürdüremediğinin, dolayısıyla iç politikada terörist iktidar yöntemlerine başvurmak zorunda kaldığının bir belirtisi olarak da değerlendirmek gerekir.”
Bu paragrafta, “iç politikada terörist iktidar yöntemlerine başvurmak zorunda kaldığının bir belirtisi” açıklamasına dikkati çekeriz. Aynı eserin aynı bölümünden alınan aşağıdaki paragrafı da, faşizmin biraz daha açıklanmasına faydası olur kanaatiyle buraya geçirdik.
“Onaltıcı Parti Kongresi’ne Merkez Komitesi adına sunduğu raporunda Stalin arkadaş, burjuvazinin ekonomik buhrandan bir kurtuluş yolu bulmak için, bir yandan kapitalizmin en gerici, en şoven, en emperyalist ögelerinin diktatörlüğü olan faşist diktatörlüğü kurmak suretiyle işçi sınıfını ezerken, öte yandan savunması zayıf ülkelerin zararına sömürgelerin ve nüfuz bölgelerinin yeniden bölüşülmesi uğrunda savaş kışkırtıcılığı yapacağını belirtti.”
Türkiye’de devleti ve onun karakterini inceleyebilmek için, üretim tarzına ve bu tarzın üretim güçlerini geliştirmedeki sürecine bakmak gerekir. Emperyalizme bağımlı kapitalist bir gelişme yolunu izleyen Türkiye’de, üretim güçlerindeki her gelişme, zorunlu olarak devlette de, biçimde değişiklikleri getirmiştir. Cumhuriyet’in kuruluşundan hemen sonraki dönemler, genel olarak devlette biçim arama dönemleridir. Bu dönemler, bir istikrarsızlık dönemi olarak gösterilebilir. Emperyalizme bağımlı kapitalist sistem baştan beri seçilmiş olmasına rağmen, kapitalin henüz en ilkel birikim döneminde olması, emperyalizmin ekonomik kriz içerisinde bulunması, çeşitli ekonomik ve siyasî görüşlerin çatışması, böyle bir istikrarsızlığın başlıca sebepleri olarak sayılabilir.
Bu dönemde, ekonomi ve devlet, henüz şekillenme içerisindedirler. Bu anlamda, devletin gerçek sahiplerinin henüz kesin olarak kimler ve hangi sınıflar olduğu gözlerden gizlenebilir ve devleti sınıflar üstü görme eğiliminde olanlar, bürokrasinin devlete hakim olma eğilimlerini, bu düşüncelerine bir materyal haline getirebilirler. Elbette ki bu, bürokrasiyi devletin bir organı olarak göremeyen ve eni sonu, hakim sınıfın bir maşası olduğunu düşünemeyenler için söz konusudur.
Türkiye’de devletin tam şeklini bulması, ABD emperyalizminin, dünya kapitalist sistemine, dolayısıyla da Türkiye’ye hakim olmasıyla başlar. Buradan itibaren, ekonomik, sosyal ve siyasî yapıda, emperyalizme bağımlı kapitalizmin bütün unsurları gözlenebilir. Bu cümleden olarak Türkiye’de devlet, ekonomik ve siyasî temelde, emperyalizmle işbirliği halinde olan burjuvazinin gelişmesi ölçüsünde, onun hakimiyeti altına girmiş olur.
27 Mayıs 1960 hareketi, gelişen bir sınıfın, yani emperyalizme bağımlı burjuvazinin, toprak ağalarının hakimiyeti altındaki devlete bir darbe yoluyla el koymaları şeklinde açıklanabilir. Bu, aynı zamanda, 1876’dan beri süren, 1908’de ve 1923’de çok önemli atılımlar yaparak gelişen emperyalizme bağımlı burjuvazinin, devleti ele geçirmesi ve kendisine tabi kılması mücadelesinin izlediği sürecin de bir ifadesi olur.
Toprak ağalığını geriletip siyasî iktidarı ele geçirmeye çalışan emperyalizme bağımlı burjuvazi, halk yığınlarının desteğine muhtaç olduğu için, 27 Mayıs 1960’tan sonra, liberal bir Anayasa ile ortaya çıkmıştır. Bu Anayasa, geçici olarak kısmî bir özgürlük ortamı getirmiş ve devleti, kısmen demokratik bir görünüme büründürmüştür. Türkiye’de burjuva demokrasisi, 1923’ten itibaren, hiç bir zaman devletin niteliği haline gelememiştir.
Burjuvazi ile birlikte, proletaryanın da sayı ve giderek de nitelik olarak gelişmesi tabiîdir. Yeni gelişen kapitalizmin en önemli meselesi, kapital birikimini arttırmak olarak ortaya çıkmaktadır. Emperyalizme bağımlı burjuvazi, emperyalist burjuvazi ile rekabet etmek zorunda olduğu için, proletaryayı en ağır biçimde sömürmek, köylüyü soyup soğana çevirmek, halkı ise her türlü yoldan kazıklamak yoluna başvurmuştur. Proletarya ve halk yığınları, azamî derecede sömürüye tabi tutulmuşlardır. Emperyalist dönemdeki kapitalizmin temel kanunu işlemektedir: Azamî derecede sömürü, azamî kâr...
Böyle bir durumun tabiî sonucu olarak, kapital biriktirmek adına, hem burjuvazinin kendi arasındaki çelişki, hem burjuvazi ile toprak ağalığı arasındaki çelişkiler su yüzüne çıkacak, hem de, sömürülen yığınlarla sömürenler arasındaki çelişkiler, aktif bir duruma dönüşecektir. İşte bu noktada, emperyalizme bağımlı kapitalist devletin asıl karakteri ortaya çıkmıştır. Bu devlet, buradan itibaren artık, sömüren sınıfın “baskı ve hakimiyet aleti” olarak, bir terör ve zulüm makinası şeklinde işletilmiştir.
1963 yılında, yeni Anayasa’nın sağladığı imkânlarla, proletaryaya ve çalışanlara grev hakkı doğmuştur. Fakat grevler, proletarya ve çalışanlar tarafından kullanılmaya başlandığında, üzerlerine ordu, jandarma ve polis birlikleri gönderilmeye başlanmıştır. Polis, “toplum polisi” adı altında yeni bir örgütlenmeyle, bu işle görevlendirilmiştir.
Gene., “Toplantı, Gösteri ve Yürüyüşleri Kanunu” çıkarılmış, fakat aynı şekilde, uygulanılmaya başlandığında, bu aynı güçler tarafından en sert biçimde engellenmiştir.
Siyasî Partiler, Dernekler ve Sendikalar kanunları, önce uygulamalarda kısıtlanmış, daha sonra da değiştirilerek, soldaki örgütlenmelere darbeler indirilmiştir.
Faşist siyasî örgütlenmeler güçlendirilmiş ve başta komünistler olmak üzere, bütün sola karşı saldırgan bir baskı gücü oluşturulmuştur.
Genellikle sıkı-yönetimlere başvurulmuş ve nispî demokrasi, her zaman kâğıt üzerinde kalmıştır. Böyle durumlarda, ordu, jandarma ve polisin faşist karakteri tam anlamıyla ortaya çıkmıştır. Sıkı-yönetim mahkemeleri, komünistleri ve diğer ilericileri hapishanelere doldurmak üzere kurulup işletilmiştir.
Böylece, 1971 12 Mart’ına gelinmiştir. Bu dönemde, askeri faşist bir darbe ile faşizm görüntü değiştirmiş ve daha yüksek bir aşamasına geçmiştir. Anayasa, bizzat koyucuları tarafından, gerici bir biçimde değişikliklere uğratılmıştır.
Parlamento, emperyalizme bağımlı burjuvaziyi ekonomik ve siyasî yönden güçlendiren kanunlar çıkararak, faşist karakterini gözü görmeyenlere bile gösterecek derecede kendisini açığa vermiştir. Burjuvazi lehine, “Toprak Reformu Kanunu”, “Teşvik Tedbirleri Kanunu”, “Finansman ve Emlâk Vergisi Kanunu”, “Devlet Güvenlik Mahkemeleri Kanunu” ve benzerleri çıkarılmıştır. “Millî Güvenlik Kurulu” denen kurum, emperyalizmin direktifiyle, baskı güçlerine dayanarak, sıkı-yönetim vasıtası ile, parlamentoyu ve hükümetleri açık ve kesin bir biçimde, denetimi altına almıştır.
Devletin ordu kurumu içerisinde, “Millî İstihbarat Teşkilatı” ile birlikte, “Kontrgerilla” ve “İşkencehane”ler kurulmuştur. Cezaevleri, komünistler ve demokratlarla doldurulmuştur. Kürt milletine karşı terör, yüksek noktalara ulaştırılmıştır.
Radyo ve televizyon gibi yığınlara haber ileten araçlar, faşist rejimin propagandalarıyla doldurulmuş, ilerici her türlü basılı yayın ve diğer sanat faaliyetleri, büyük takibatlara uğratılmıştır.
Öğretim kurumları, faşizmin ideolojik kaynağı olan, milliyetçilik, ırkçılık ve din eğitimiyle, kendisine taban yetiştirmeye yönelmiştir.
Meslek okulları yaygınlaştırılıp, kalifiye işçilerin yerini tutacak, faşist eğitimli kadrolar yetiştirilmeye başlanmıştır.
Milliyetçi sendikalar türetilmiş, ilerici sendikacılık, terör ile yönlerinden çevrilmiştir. Ulaştırma ve haberleşme işçilerine grev kullandırmamak ve daha da önemlisi, bunları kendi denetimleri içerisinde toplamak için her yola başvurmaktadırlar. Sosyal reformcu DİSK’in bünyesinde bulunan birkaç maden ve temel sanayi iş kolundaki fabrikayı, terörle faşist sendikalara mal etmişlerdir. Petrol ve diğer enerji iş kollarındaki işçiler de, bütünüyle faşist sendikalarda toplanmıştır.
Memurlara sendikalaşma hakkı tanınmamış ve esnaflar, gerici bir şekilde, kanunlarla örgütlenmeye zorlanmıştır.
Ayrıca ve özellikle, 1 Mayıs 1977 ve benzeri yığın gösterilerine yöneltilen CIA ve MİT tertiplerine de dikkati çekmek isteriz. Bu olayların hesabı devletten, olaydan mağdur olan ve topluca katledilmiş bulunan devrimci yığınların ne yakınları, ne de örgütleri tarafından sorulamamaktadır.
Sokaklarda ölüm kol gezmekte ve faşist saldırılar evlere kadar uzanmaktadır. Sözde, sportif uğraşılar için gençlik kampları kurulmakta, aslında ise buralar, faşist militanların yetiştirilme kampları halinde çalıştırılmaktadır. Devlet ve sözde demokrasinin teminatı olan siyasî partiler eliyle, profesyonel katiller yetiştirilmektedir.
İşte, bu günkü durum budur: Bu devlet için ise, arkadaşlarımızdan bazıları, faşist değildir demektedirler. Peki o halde nedir dediğimizde ise, cevap vermemektedirler. Üstelik de, bilgisizliklerinin cezasını bizlere çektirmek istercesine, bu soruya cevap verene kadar, örgütlenmemizin merkezî bir yapıya geçmesini engellemeye çalışmaktadırlar. Sürekli Dimitrov demekte, sürekli klâsik faşizmle bir benzerlik aramaya çalışmaktadırlar. Gerçi faşizm çeşitli biçimler göstermekle birlikte, gene de metod olarak, birbirlerinden tam farklı değillerdir. Nitekim, yukarıda göstermeye çalıştıklarımız, aşağı yukarı daha önceki faşist devletlerde de gözlenebilir. Arkadaşlar Dimitrov’u ve Komintern’in faşizm üzerine aldığı kararları bilmemektedirler. Aynı şekilde, Marksizm-Leninizm’in devlet üzerine teorisini de...
Dimitrov, ünlü eserinin “Faşizmin Sınıfsal muhtevası” başlıklı bölümünde, şunları yazıyor:
“Tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşullar, ulusal özellikler, hatta bir ülkenin uluslararası durumu, faşizmin ve faşist diktatörlüğün değişik ülkelerde, değişik biçimlerde gelişmesine yol açmaktadır. Faşizmin geniş bir kitle dayanağı bulamadığı ve faşist burjuva kampın çeşitli grupları arasındaki mücadelenin keskin olduğu bir takım ülkelerde bu rejim, öncelikle parlamentoyu feshetmek yoluna gitmez. Sosyal Demokrat Partiler de dahil olmak üzere, öteki burjuva partilerinin biraz meşruiyet elde etmelerine göz yumar. Başka ülkelerde eğer yönetici burjuvazi erken bir devrimin patlak vermesinden korkuyorsa, faşizm sınırlandırılmamış olan siyasî tekelini kurar. Bunu, ya hemen ya da rakip parti ve gruplara karşı terör yöntemini ve kan kusturmayı artırarak yapar. Kendi durumu özellikle açıklığa kavuşunca bu durum faşizmin, kendi temelini genişletmesini ve sınıfsal yapısını değiştirmeksizin açık terörist diktatoryayı kaba ve uydurma bir parlamentarizmle birleştirmesini engelleyemez.”
Tereddüt nerededir? Her terörist rejimin faşizm olmadığını ileri süren arkadaşlarımıza tekrar soruyoruz:
Emperyalizme bağımlı burjuvazinin anti-demokrat ve terörist tutumuyla, istikrardan yoksun bir ekonomiyi ve yönetimi rasyonelleştirmeye ve proletarya ihtilâlini önlemeye çalışmasına faşizm, sınıf hakimiyetine ise, faşist diktatörlük denmez de ne denebilir? Tereddüt nerededir? Gerek revizyonizm konusundaki cevapsızlık, gerekse Türkiye’de devlet konusundaki cevapsızlık gözönüne alınırsa, bu arkadaşlara karşı bizde bazı yargılamaların doğması garip mi olur?
Evet, arkadaşlarımız bilgiden yoksundurlar. Özellikle ilgi duydukları gençlik hareketi içerisindeki teorik saçmalıklardan bunalıp, sağlam bir düşünce metodu edinememişlerdir. Bu yüzden, şüphecilik, illetine yakalanmışlar, bu da onları, bilinemezciliğe sürüklemiştir. Ve dolayısıyla da pasifizme...
Onlara, Türkiye’de proletarya hareketinin bu günkü temel meselesinin, parti meselesi olduğunu, daha ilk selamlaştığımız gün anlatmıştık. Esas olanın bu yönde çalışmak olduğunu, var gücümüzle açıklamaya çalışmıştık. Bütün çabamızla onları, bu temel üzerinden çeşitli meselelere bakmaya yöneltmeye çalışmıştık. Fakat onlar her zaman, hareketi, bulundukları öğrenci çevresi içerisinde değerlendirmek ve dolayısıyla da, yanlışlıklara düşmek talihsizliğinden kurtulamadılar.
Türkiye’de faşizmin bulunmadığını söyleyerek, yeni bir teorik saçmalık doğurmaya çalışan orta-yolcu bir grubun etkisinde kalıp, bizlere karşı cephe aldılar. O grup ki, içinden çıktıkları ve sürekli faşizm diyen bir gruba karşı tepki olarak gelişmesini sürdüren ve bu yüzden de, olmadık teorik saçmalıklara yer veren lâfazanlardan meydana gelmiştir. Ve üstü örtülü olarak, gizlice revizyonizmin Sovyetler kampına doğru hızla ilerlemektedirler.
Türkiye’de faşizm vardır ve faşizmin ortadan kaldırılması bir devrim sorunudur. Bu gün, Türkiye’de faşizmin varlığını kabul etmeyenler, aynı zamanda, sosyal devrim fikrinden caymış olan reformist gruplardır. Burjuva demokrasisi hayali içerisinde gezinip duranlardır. Emperyalizmi ve ona bağımlı kapitalizmi ve toprak ağalığını yok etmeyi göze alamayanlardır. Bu faşist devleti yok edip, sosyalizme geçişi sağlayacak olan proletarya ve yoksul köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünden korkanlardır.
Arkadaşlarımızı, faşizme destek olmamaları için uyarmayı, proletarya ihtilâlini en samimî hislerle arzulayan komünistler olarak bir görev bilmekteyiz. Revizyonist TKP ve benzeri akımların dillerini kullanarak, faşizmi gökte aramayı bırakmalıdırlar. Faşizm, üzerinde yaşadıkları topraklar üzerinde boy vermiş ve Türkiye halkını, zehirli bir sarmaşık gibi sarmıştır. Tıpkı revizyonizmin, bütün Sovyetler Birliği’ni sarmaya başladığı gibi...
(1) Faşizme Karşı Birleşik Cephe – Georgi Dimitrov May Yayınları – Mart 1975Bolşevik Partisi Tarihi – J.Stalin’in Başkanlığında Bir Kurul (1938) Bilim ve Sosyalizm Yayınları – Temmuz 1976

REVİZYONİZME KARŞI KOMÜNİST TUTUM

Biz hiç bir zaman, bu günkü dünya şartlarında, “Enternasyonal Proletarya Birliği” meselesine, Çin ve ya Sovyetler Komünist Partilerini merkez olarak alıp bakmadık. Onların revizyonist karakterlerinin açığa çıkmasından sonra, kendi öz gücümüze güvenmemiz konusuna, özel bir önem gösterdik. Fakat, Türkiye’de sosyalizm adına hareket ettiklerini söyleyen hemen bütün siyasî gruplar, bu iki ülkeden birisini, kurtuluşumuzun tek yolu ve kaderimiz olarak ilân ettiler. Bu anlayışa tepki olarak doğan bazı siyasî gruplar ise, yeni bir enternasyonal anlayış getiremedikleri için, bir süre orta-yolcu davrandılar. Orta-yolculuğun kaderi ise, eni-sonu bu sapmalardan birisine boyun eğmektir. Bu gün, Sovyetler Birliği’nin devlet yapısı revizyonist, fakat ekonomisi ise sosyalisttir diyenler, işte bu durumdadırlar. Ve esasta, TKP ve benzerlerine, giderek daha çok benzemektedirler. Bunlar, enternasyonal revizyonizmin, Türkiye’deki yedek güçleridirler.
Ocak 1976 tarihli ve “Yoldaş A.D.” başlıklı yazımızda, “Enternasyonal Proletarya Birliği” meselesine nasıl bakmamız gerektiği konusunda, düşüncelerimizi sunmaya çalışmıştık. Orada revizyonizm hakkında şunları söylemiştik ve bu gün de tekrar ediyoruz:
“Bu gün, enternasyonal meseleyle ilgili olarak, “revizyonizm nedir?” sorusu sorulmakta ve buna cevaplar aranmaktadır. Tarihte görmekte ve bilmekteyiz ki revizyonizm, Marksizm’in sınıf mücadelesi metodlarını reddederek ortalığa çıkmış ve önce uzlaşmacı, giderek de, teslimiyetçi karaktere bürünmüş bir akımdır. Revizyonizm, Marksizm’in sınıf mücdelesi metodlarını reddederken, felsefî anlamda idealizme, sınıf siyasetinde ise, burjuvaziye hizmet etmektedir. Revizyonizm, daha başlangıcından itibaren, kapitalizmin kendi mantığı içerisindeki yeni bir biçimini tasarlamıştır. Buradan itibaren revizyonizm, burjuvazinin taşıdığı bir çok emeli taşır ve bunu, fırsatını bulduğu her yerde ortaya çıkarmakla birlikte, fırsat zeminleri hazırlamaktan da geride kalmaz. Revizyonizm sistemleştirildikçe, Marksist-Leninist görünüşlü burjuvazinin, kurnaz ideolojisi olarak karışmıza çıkmıştır.”
Revizyonizmi, Marksizm-Leninizm’e düşman gören yoldaşlarımız olduğu gibi, revizyonizmi zararsız göstermeye çalışan arkadaşlarımızda vardır. Gerçi onlar, bunu kabul etmek istemeyeceklerdir. Ve belki de, kendilerine iftira edildiğini söyleyeceklerdir. Fakat, bakınız ne demektedirler:
“Revizyonizm, olsa olsa, son tahlilde burjuva ideolojisi olabilir.”
Lenin, revizyonizm için, “Marksizm ve Revizyonizm” (1) adlı makalesinde, şunları söylemektedir:
“Felsefe alanında revizyonizm burjuva profesörlerinin bilimini izleyerek gelişti.”
Daha ileride:
“Bunun sonucunda revizyonistlerin çağdaş küçük üretimin durumunu sistemli bir biçimde toz pembe gösterdikleri kanıtlandı.”
Lenin, aynı makalede şöyle devam ediyor:
“Siyaset alanında revizyonizm Marksizm’in temelini, yani sınıf mücadelesi öğretisini değiştirmek için gerçekten çaba gösterdi. Siyasal özgürlük, demokrasi ve genel oy, sınıf mücadelesinin nedenini ortadan kaldırmış ve Komünist Manifesto’nun, işçilerin yurdu olmadığı yolundaki eski önerisini yanlış hale getirmiştir, deniyordu. Çünkü, diyorlardı, bir demokraside “çoğunluğun iradesi” egemen olduğu için ne devlet bir sınıf egemenliği organı olarak görülmeli, ne de gericilere karşı ilerici, sosyal-reform burjuvazisiyle ittifaklar reddedilmelidir.”
“Revizyonistlerin bu görüşlerinin oldukça dengeli bir tezler sistemi, şu eski ve ünlü liberal-burjuva görüşlerin aynı olan bir sistem oluşturduğu tartışma götürmez.”
Lenin, oportünistleri, -revizyonizm ve oportünizm, birbirlerinden farklı sapmalar değillerdir- “sosyal şoven” ve “sosyal emperyalist” olarak da adlandırmaktadır. Bunların, birinci emperyalistler arası savaşa karşı takındıkları tutumla bu adı hakkettiklerini, “Proletarya İhtilâli ve Dönek Kautsky” (2) adlı eserinin VII. Bölümünde yazmaktadır. Bunu, revizyonizmin son tahlilde ne olduğunu anlatmak üzere buraya not ettik.
Gene de iddia ediyoruz. Revizyonizm, burjuazinin görüşlerini yansıtmakla mükelleftir. Onlar, “modern küçük çaplı üretimi allayıp pullayarak” kapitalizmin savunuculuğu görevini üstlenmişlerdir. Geçmişte söylediğimizi bu gün de söylerken, gerçekten haklı olduğumuza inanmaktayız.
“Sovyetler Birliği’nde revizyonizm, sinsice örgütlenerek iktidara tırmanmıştır. O bunu, kanlı bir siyasî darbe ile gerçekleştirdiği andan itibaren, artık orada, iktidarın en az yarısına sahip olmuştur. Bundan sonra revizyonizm, proletaryanın iktidarına temel olan ekonomisini hedef almıştır. Sosyalizmin temeli olan yeni üretim biçimine saldırarak, onda tahribatlar yapmıştır. Elbette ki, sosyalizmin daha üst biçimlerine geçmenin yollarını tıkamak, aynı zamanda, geriye doğru bir gidişin kapılarını tek tek açmak demektir. Bu, üretim biçimini, kapitalizmin üretim biçimine çevirme gayretlerinden başka bir şey değildir. Bu çevirme işi, proletaryanın burjuvaziyi ihtilâl yolu ile ve onu mülksüzleştirerek ortadan kaldırıp, üretimin temelinde devrim yaptığı gibi olamaz: Onun bu çevirme işi, iktidarın küçük bir azınlık tarafından kanlı bir darbe ile elde edilmesine bağıntılı olarak, bir süre tedrici değişiklikler çerçevesi içerisinde yürüyecektir.”
Bazı gruplar tarafından, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin revizyonist yönetimine karşı bir sempati hareketi başlatılmıştır. Bu aynı zamanda, revizyonizmin bir çok plânda desteklenmesi anlamına da gelmektedir.
Geçmişte, bir fabrikada yürütülen ekonomik bir grevde, bizimle birlikte bazı hareketleri olan bir öğrenci devrimci grubu, grevci proleterlerin yapacağı bir mitingin sloganları tespit edilirken, Çin Komünist Partisi’nin revizyonist yanlıları tarafından ileri sürülen “Kahrolsun revizyonizm!” sloganına karşı durdular. Sloganın doğru bir biçimde atılmış olup olmadığını tartışmayacağız. Fakat biz o zaman, bu öğrenci devrimci arkadaşlara, “revizyonizmi korumak, Marksist-Leninist’lerin işi olamaz!” diyerek, onları iknaya çalıştık. Bu gün bu gruptakilerin bir bölümü, revizyonizmi korumaya çalışan, orta-yolcu gruplardan birisi içerisindedir. Ve biz bunlara, “Gizli TKP’ciler“ demekten kendimizi alakoyamayacağız.
“Revizyonizm son tahlilde bir burjuva ideolojisidir.” Diyen arkadaşlarımız, Sovyetler Birliği devletine hakim olan revizyonistlerin, Sovyetler ekonomisinin sosyalist yapısını tahrip edemeyeceğini ve etmeyeceğini iddia etmektedirler. Revizyonistleri neredeyse, yolunu şaşırmış iyi niyetliler takımı olarak görmek ve göstermek istemektedirler. Bakalım, Sovyetler’deki bu şaşkınlar takımı Marksizm-Leninizm’in revizyonuna girişirken, şaşkınlıklarından ve iyi niyet budalalıklarından dolayı neler yapmışlardır.
Lenin ve sonra Stalin ve yoldaşlarının yönetimindeki Komünist Parti, ilk sosyalist devleti kurarken, nelerle karşılaşmışlardır? Birinci emperyalistler arası dünyayı paylaşma savaşı içerisinde, 1917 Ekim ihtilâli. Arkasından, sınıflar arası mücadelenin, savaş şeklinde yürütülmesi. Sosyalizmin ekonomik inşası. Bütün bu süreç içerisinde de, sınıf mücadelesinin parti ve devlet içinde, siyasî bakımdan aktif bir şekilde sürdürülmesi. Bütün bu mücadelelerden, Sovyetler proletaryası muzaffer çıkmıştır.
İkinci emperyalistler arası dünyayı paylaşma savaşı. Emperyalist çemberleme ve saldırılarına karşı koyma. Yeniden sosyalizmin ekonomik inşası. Zafer, gene Sovyetler proletaryasınındır. Bunun şerefi, elbette ki, Stalin ve yoldaşlarının yönettiği Komünist Parti’nin öncülüğüne aittir.
Stalin’in ölümünden sonra, Kruşçev ve revizyonist yardakçıları, parti ve devlet kademeleri içerisinde, tam deyimi ile sinsice örgütlenerek, bu arada şartların da yardımıyla, kan dökmekten de çekinmeyerek, iktidara gelmişlerdir. Geldikleri şartlarda, 40 yılda tarihin en büyük savaşlarını yaşamış ve bunların içerisinde, ölüm-kalım mücadelesi vermiş, yorgun Sovyetler proletaryasının durumu vardır. Aynı zamanda, ekonomik yaşayabilmenin de ölüm-kalım mücadelesi içerisinde bulunduklarını da unutmamak gerekir. Bu arada, proletaryanın en üstün bilinçteki kesiminin oluşturduğu Komünist Parti ise, bu kadar alt-üst oluş içerisinde, partinin sayısı belirleyici olabilecek kadar fazla olan üyelerini kaybetmiştir. Toplumun, siyasî ve kültür bilincini geliştirebilecek parti yapısı, çok büyük zarar görmüştür.
Emperyalist-kapitalist dünya, bir defa daha Sovyetler proletaryası ve onun sosyalist devleti ile baş edememişlerdir. Gene, sosyalist devlete karşı, son derecede orijinal ve her türlü araçtan yararlanılan bir psikolojik savaş, soğuk savaş, emperyalist bütün dünya tarafından yürürlüğe konulmuştur. Emperyalist-kapitalizm, sosyalizmi yenememiştir. Bütün dünya proletaryasının komünist toplum hayali, gerçekleşme sürecine kesin olarak girmiştir. Komünizm emperyalizme karşı sadece tehdit olmaktan çıkmış, onu, müthiş bir şekilde yıkmaya da başlamıştır.
Kruşçev revizyonizmi, işte böyle şartlarda mücadeleden geriye doğru adımlar atmış ve asıl düşmanı olması gereken emperyalist kampla uzlaşarak, ona boyun eğmiştir. Oportünizm, kendisini Marksizm-Leninizm’in tahrifinde, somut bir biçimde göstermeye başlamıştır. Emperyalist kapitalizme ve içerideki proletarya düşmanlarına beyaz bayrağı açan tezler şunlardır:
- Stalin tarih sahnesinden silinecek, tamamen yok edilecektir.
- Marksizm-Leninizm, çağdaş yoruma tabi tutulacaktır.
- Sovyetler Devleti, artık yüksek sosyalizm safhasına geçmiştir.
- Proletarya diktatoryasından vazgeçilecek, parti ve devletin nitelikleri değiştirilecektir.
- Artık sosyalist kamp bütün gücünü ortaya koymuştur. Ekonomik çöküşler içinde bulunan emperyalizmi, “barış içerisinde bir arada yaşayarak, ekonomik bakımdan yarışarak” yok etmek mümkündür.
- Barışçı yollardan iktidara gelip, “kapitalist olmayan yollardan” geçerek, sosyalizme ulaşmak mümkündür.
- Emperyalist kapitalizmin merkezlerinde, “ileri demokrasiyi” kurmak, proletaryanın mücadelesinin tek hedefidir.
Biz buna revizyonizm diyoruz ve Sovyetler Birliği’nde, iradî olarak, tarihin ters yönde geliştirildiği orijinal bir süreci izliyoruz.
Bu noktada arkadaşlarımız, orta-yolcuların çıkmazına sürüklenerek, “sosyalist ekonominin geriye döndürülmesi mümkün değildir!” demektedirler. Sosyalizmin bütün objektif şartları hazır olsa bile, kendiliğinden sosyalizme geçilemeyeceği ortadadır. Ancak bilinçli bir unsur olarak, iradenin müdahalesiyle gerçekleştirilecektir. Ve bu irade ortadan kalktığında, sosyalizm gelişemeyecektir. Eğer bu gelişmeyi engelleyen yeni bir irade onun yerine geçmişse, tarihin diyalektik gelişmesine set olunacaktır.
Geriye doğru dönüşü mümkün görmeyen arkadaşlara sormak gerekiyor:
“Proletarya diktatoryası”nın anlamı nedir?”
Lenin, “Devlet ve İhtilâl” (3) adlı eserinin II. Bölüm’ünün “Devrim Arifesi” başlığı altında, şöyle demektedir:
“Proletaryanın sömürücülerin direncini bastırmak için olduğu kadar, nüfusun büyük yığınlarını –köylüleri, küçük burjuvaları ve yarı proleterleri- sosyalist ekonominin “kurulması” işinde yönetmek için de devlet iktidarına, merkezî bir güç örgütüne, bir zor örgütüne ihtiyacı vardır.”
Yeni irade, bu devleti ortadan kaldırmış ve yerine, bu işlevleri yapmayacak olan ve fakat, kendi revizyonist yapısına uygun bir ekonomi uyarlayabilecek olan bir devleti koymuştur. Böyle bir durum elbette ki,mevcut sosyalist ekonomide, önemli deformasyonlara ve tahribatlara yol açacaktır. Bu arkadaşlar ve böyle iddialarda bulunanlar, “proletarya diktatoryası”nın mânasını kavramış olsa idiler, meseleyi buralara kadar getirmez, mekanik düşünerek, idealizmin batağına saplanmış olmazlardı.
Sovyetler Birliği’nde revizyonizm, Marksizm-Leninizm’i tahrifte onun mücadele metoduna temel olan, parti, devlet ve ihtilâl hakkındaki görüşlerini reddederek ortalığa çıkmıştır. Her şeyden önce devleti ve bu devleti yöneten partiyi ele geçirmeyi hedef almıştır. Bu andan itibaren, şöyle bir zıtlık baş göstermiştir: Ekonomik sosyalist alt yapının üst yapıdaki yansıması olarak, proletaryanın diktatoryasını temsil eden devlet ve ona hayat veren proletaryanın partisi yoktur. Bunun yerine, “halkın partisi” ve “halkın devleti” vardır .Yani alt yapı, üst yapıda gerçek anlamında yansımamaktadır. Yani siyasî iktidar, proletaryanın elinden çıkmıştır. Şimdi yeni siyasî iktidar, ekonomiyi kendi sınıf karakterine uygun olarak düzenleme yoluna gidecek ve üst yapısına uygun bir alt yapıyı meydana getirecektir.
Siyasî yapı ve devlet revizyonist olup da, sosyalist ekonominin olduğu gibi kalması mümkün olabilir mi? Bu saçmalığa ancak, teorilerini teknik adam kafasıyla kurmaya çalışan, küçük burjuva entellektüelleri yapabilirdi ve bizim arkadaşlarımızda, ne yazık böyle bir hastalığa yakalanmışlardır. Revizyonizme arka çıkmaktan başka hiç bir gayesi olmayan böyle görüşlere rağbet, bizim harcımız değildir. Revizyonizmi haklı çıkarmak gibi, onun yedeğinde bulunmak gibi küçültücü işlere bulaşmaktan sakınmalı, Marksizm-Leninizm’le revizyonizmin nasıl birbirlerine tam bir zıtlık içerisinde bulunduklarını açıklayarak; bu tip görüşlere karşı savaş açmalıyız.
Arkadaşlarımız, revizyonizme bir türlü cevap bulamamaktadırlar. Ve bilinemez bir noktada bırakmaktadırlar. Şu soru, en çok sordukları soru olmaktadır:
“Peki revizyonizmin sınıf temeli nedir?”
Mülkiyet, en geniş anlamda devlettedir. Devlet ise, bürokratlaşmış siyasî menejerler tarafından yönetilmektedir. Bunlar, devlete hakimdirler. Ve ideolojide, burjuvazinin hizmetindedirler. İlerledikleri yolda, kendilerini geleceğin büyük üretim araçları sahipleri olarak hayal ettiklerinden kimsenin şüphesi olmamalıdır. Geriye doğru geliştirmeye çalıştıkları bir sürecin içerisinde, kapitalizme doğru yol aldıklarından, hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Birey mülkiyetini, ev mülkiyeti şeklinde yaygınlaştırmışlardır. Kapitalizmin ilk şekillenmelerinden olan küçük serbest pazarları yaygınlaştırmışlardır. Farklı ücret sistemi yok edileceğine geliştirilmektedir. Bunlar zararsız şeylermiş gibi gösterilmeye ve hatta, hiç üzerinde durulmamaya çalışılmaktadır. Halbuki bunlar resmen, burjuva hukukunun, topluma yeniden sokuşturulma gayretleridir. Sosyal özgürlüğün yerine, bireyci özgürlüğü yerleştirme gayretleridir.
Biz daha önce yoldaşlara, enternasyonal meseledeki değişmeyecek olan temel siyasetimizi belirtmiş ve tasvip de görmüştük. “Enternasyonal proletarya birliği”ni, “Devrimci bağımsızlık” prensibi etrafında, proletaryanın komünist partilerinin; amacı komünist toplum olan mücadelelerinde, birbirlerine, kardeşlik, yoldaşlık bağları ile bağlanmaları olarak ele aldık. Şu zamanda enternasyonalizmin ne demek olduğuna, özetle şöyle cevap vermiştik:
Emperyalist kapitalizmi çökerterek, sosyalizmi kurma yolundaki bütün ülkelerin proletaryası ve halklarının mücadelesini candan desteklemek, enternasyonalizmin canlılığının tek ispatıdır. Biz, gerek kendi ülkesinde sosyalizmi kurma mücadelesinde olan, gerekse de, emperyalist kapitalizmle mücadele veren proletaryanın komünist partilerini; kardeşlik, yoldaşlık ve birlik anlayışına uygun, değerli partiler olarak görürüz. Bu anlayışın dışında kalan, amaç olarak komünizmi, hedef olarak sosyalizmi kurmayı görmeyen; emperyalist kapitalizmle mücadeleden caymış, kendi ülkesinde sosyalizmin gelişmesini engelleyen revizyonist partilere, kesin olarak karşı çıkmayı ve komünist enternasyonal birlik ruhuna zıt düştüklerini resmen bildirmeyi ve bunlarla mücadele etmeyi, önemli bir görev sayarız.
Biz daha önce böyle söyledik. Bu gün de, bu temel prensibi terk edecek her hangi bir olay yoktur. Bu gün de, gerek Sovyetler Birliği, gerekse de Çin Komünist Partisi’nin revizyonist yönetimlerinin yıkılması ve proletaryanın devleti ele geçirerek, yeniden diktatoryasını kurması mücadelesinde, en samimi hislerimizi dile getiririz.
Arkadaşlarımız ne derler? Açıkça savundukları bir şey var mıdır? Yok ise, neden böyle davranmaktadırlar? Sovyetler Birliği’nde, diyelim ki, sosyalist ekonomi demir gibidir. Fakat, bizimle ve bütün dünyayla siyaset tanzim edenler, revizyonistlerdir. Üstelik bu siyaset, büyük bir devlet gücü üzerine inşa edilmektedir. Ve sosyalist devletin aksine, içerisinde kesinlikle burjuva emeller besleyen bir sosyal zümrenin hakimiyetinde bulunan bir devletin gücü ile harekek etmektedirler. Böyle bir durumda, yapılacak olan nedir? Sovyetler Birliği revizyonist partisini savunmak mıdır? Onun haklılığını ileri sürmek midir? Bu kısır tartışmanın ulaşacağı yeni siyasî tercihler söz konusu olsa gerektir. Revizyonizme doğru, utangaç bir yönelme...
Haziran 1977

(1) Marksizm ve Revizyonizm – V.İ.Lenin Günce Yayınları - 1975
(2) Proletarya İhtilâli ve dönek Kautsky – Lenin Bilim ve Sosyalizm Yayınları – Kasım 1974Devlet ve İhtilâl – Lenin Bilim ve Sosyalizm Yayınları – Mart 1976