Monday, May 22, 2006

TÜRKİYE’DE, EMPERYALİZME BAĞIMLI ,,,

TÜRKİYE’DE, EMPERYALİZME BAĞIMLI BURJUVAZİNİN SINIF HAKİMİYETİ “FAŞİST DİKKATÖRLÜK” BU SINIF HAKİMİYETİNİN ALETİ OLARAK DEVLET İSE, “FAŞİST”TİR

Yoldaşlarımıza, Kasım 1976 tarihini taşıyan,”Proletarya İhtilâlinin Teorik Meseleleri” başlıklı bir yazı sunduk. Bu yazının “Parti Meselesi” bölümünün, “Türkiye’de Rejimin Siyasî Yapısı” başlığı altında da, devletin bir analizini yapmaya çalıştık. Ulaştığımız sonuç, devletin faşist niteliği ve burjuvazinin faşist diktatörlüğünün Türkiye’de varlığı idi. Biz, Türkiye’de rejimin siyasî yapısını açıklarken, devletin aslî unsurları olarak; orduyu, polisi, bürokrasiyi ele aldık. Bunun yanı sıra da, rejimin işleyişini sağlayan parlamentoyu, hükümetleri, mahkemeleri, ceza evlerini ve benzerlerini incelemeye çalıştık. Bu görüşümüzü, daha önceki yazılarımızda da belirtmiş ve sözle de, defalarca ifade etmiştik. Adı geçen yazıda, şunları söylemiştik:
“Bu gün, ‘kapitalizmin en yüksek aşaması emperyalizm’ hüküm sürmektedir. Bu demektir ki, kapitalist sömürme mekanizması, yoğun bir sömürme eylemi içerisindedir. Zor ve şiddet, burjuva devletlerinin temel dayanakları halindedir. Ordu, polis ve bürokrasi, amansız bir sömürüyü gerçekleştirmek üzere, devamlı faaliyet içerisindedirler.”
Gene aynı yazıda, şunu da belirtmiştik:
“Şu anda Türkiye’de, ordu, polis ve bürokrasi, baskı aracı olarak, devletin bütün öteki kurumlarına hakim durumdadırlar.”
Şöyle de demiştik:
“Bu rejim, bu gün artık faşizm derecesine ulaşmış ve faşizmin yüksek aşamalarına doğru hızla yola koyulmuştur. Gericidir, gaddardır, insanlıkla hiç bir ilişkisi kalmamıştır. Bu gün, kapitalizm için, faşizmden geriye doğru bir dönüş yoktur. Nasıl ki genel gelişmesi içerisinde, kapitalizm emperyalizme dönüşmüştür. Bu aynı zamanda, kapitalizmin, siyasî olarak da had safhada gericileşmesi demektir.”
“... Emperyalizm”, sömürdüğü ülkelere kapital ihraç ederken, oralarda, kendi siyasî yapısına uygun tekelci kapitalist devlet ve ya malî oligarşinin hayat unsurları olabilecek, sürekli denetim altında tuttuğu devlet modellerini de yaratır. Bu, hali-hazır durumuyla Türkiye’de, emperyalizme bağımlı kapitalist devlet şeklinde görülmektedir.
“Türkiye’de kapitalizmin gelişimini, emperyalizmin doğuşu tarihi olarak ele almak ve emperyalizm tarafından sömürülen ülkelerin gelişim tarihi içerisinde değerlendirmek doğru olur. Böyle ülkelerde kapitalist devlet, doğduğu andan itibaren, faşist temayülleri olan ve kısa zamanda bu temayüllerini gerçeğe çeviren bir devlettir. Esas olarak o, kapitalizmin gerici bir aşaması olan emperyalizm döneminde doğmuş olmasından dolayı, burjuvazinin tarihî ilericiliğini hiç bir zaman yaşayamadan ölmek bahtsızlığı içerisindedir. Bu yüzden de, emperyalist sistemin bir parçası olarak Türkiye’de devlet, iflâh olmaz derecede gericidir. Üretim güçlerini geliştirmedeki yeteneksizliği, bütün olarak her zaman emperyalizmin vesayetinde olmak mecburiyeti ve artık millî olabilmek imkânlarının bulunmayışı, bu devleti yaşamak pahasına zorba, gaddar ve alçak kılmaktadır.”
Bir kaç arkadaşımız birden bire, Türkiye’de devletin faşist olmadığını ve burjuvazinin sınıf hakimiyetinin ise, faşist diktatörlük olmadığını ileri sürerek; bizlerin yanlış düşündüğümüzü, meselelerin derinine inemediğimizi belirttiler. Karşılığında, devletin niteliğinin ne olduğu sorusuna hiç bir cevap almamamıza rağmen, biz gene de onları ciddiye aldık ve bu konuda, daha açıklayıcı bilgiler getirmeye gayret gösterdik. Onlar esas olarak, -daha doğrusu sadece- bizim faşizmi baskı ve şiddet olarak gördüğümüzü, faşizmin ise, daha başka şeyler gerektirdiğini ileri sürmektedirler. Faşizmin olmadığına kanıt olarak da, Mussolini ve Hitler’in klâsik faşizmlerine benzemediğini göstermektedirler. Sonuç olarak, faşizmin, belli bir tarihî zaman kesitinin ürünü olduğunu ve bunun da artık geçiştirilmiş bulunduğunu söylemektedirler. Üstelik bu tezlerine dayanak olarak, Dimitrov’u göstermektedirler. Elbette ki, bütün bu görüşleriyle tamamen yanılmakta ve bilgisizliğin, yahut da, bilgiçliliğin, zavallı birer örnekleri haline gelmektedirler. Onların yukarıda açıkladığımız ve bize sözle ilettikleri iddialara, bizzat Dimitrov, “Faşizme Karşı Birleşik Cephe” adlı kitabının, “Faşizm ve Sarı Sendikalara Karşı Mücadele Tedbirleri” başlıklı bölümünde, şöyle cevap vermektedir:
“Çok iyi bilinmelidir ki, faşizm, yerel ya da geçici bir olay değildir. Faşizm, emperyalizm ve sosyal devrim döneminde, kapitalist burjuvazi ve diktatörlüğünün, sınıf hakimiyeti sistemidir.”
Aynı paragrafta, daha ileride şunları görmekteyiz:
“Bütün burjuva devletleri, eninde sonunda ya bir hükümet darbesi ile, ya da “barışçı” bir yolla, ya gaddarca ya da tatlı sert bir biçimde faşizme geçer. Geçiş yöntemleri önemli değildir ve belirli bir ülkenin özel şartlarına, sosyal yapısına, politik güçler ve sınıflar arasındaki dengeye bağlıdır.”
Aynı bölümden ve Dimitrov’dan devam ediyoruz:
Dimitrov, sömürülen ülke burjuvalarının, emperyalist burjuvazi ile rekabet edebilmek için, proletaryayı her zaman gaddarca sömürdüğünü ve köylü yığınlarını soyduğunu söyledikten sonra,
“Burjuvazi egemenliğini korumayı, kitlelerin devrimci çıkışını bastırmayı, kapitalist istikrara ve rasyonelliğe ulaşmayı, ancak halk yığınlarının zararına olacak bir faşist diktatörlükle başarabilir.” demektedir.
Aynı kitabın, “Faşizmin Sınıfsal Muhtevası” başlığını taşıyan bölümünde de, şunlar söylenmektedir:
“Faşizmin yönetimi ele geçirmesi, sadece bir burjuva hükümetin, bir diğerini izlemesi değildir. Burjuvazinin –burjuva demokrasisinin- belli bir sınıfsal egemenliği içeren devlet biçiminin, bir diğeriyle; açık terörist diktatörlükle, değiştirilmesidir.”
Buraya kadar Dimitrov’un yazdıklarından çıkardığımız sonuçlar, arkadaşlarımızın faşizmi hiç mi hiç kavramadıklarını ortaya çıkarmıştır. Şöyle ki:
Faşizm, emperyalist dönemde, proletarya ihtilâlleri çağında ortaya çıkmış burjuva diktatörlüğünün bir devlet biçimidir. Ve burjuva devletler, kaçınılmaz olarak, faşizme geçmek zorundadırlar. Ve gene faşizm, ne mahallî, ne de geçici bir olaydır. Faşizm, geliş metodu olarak çok çeşitlilik göstermekle birlikte, uygulama tarzları da farklıdır. Fakat hepsinin ortak özelliği, aşırı sömürme ve hayatiyetlerini koruma adına, terörist ve anti-demokratik olmalarıdır.
Burjuvazi çağımızda, hem proletaryanın ve çıkarları ona bağlı yoksul yığınların ihtilâlci hareketini bastırmak, hem de, kendi ekonomik bunalımlarını bir istikrara kavuşturmak bakımından, böyle bir rejime ihtiyaç göstermektedir. Halen emperyalist dönemde ve proletarya ihtilâlleri çağında bulunduğumuza göre, faşizm, şu ve ya bu biçimiyle burjuvazinin sınıf hakimiyetini yürütmek üzere, yürürlükte olmak gerekir. Tekrar ediyoruz, bu rejimin belirleyici özelliği, burjuva demokrasisinin reddedilmesi ve açıkça terörist bir diktatörlüğün yürürlüğe konmasıdır. Elbette ki, bu rejimin dayandığı ideolojik temeller, milliyetçilik­, ırkçılık ve dincilik olarak da açıklanmalıdır. Bu nedenle, faşizmin zor ve şiddetle, zorbalıkla açıklanmasında, şaşılacak hiç bir şey yoktur. Faşizmi, bu özelliklerinin dışında aramaya kalkışmak, faşizmi bir hayal olarak göstermekle eş anlamlıdır.
Stalin, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Onyedinci Kongresi’ne sunduğu raporunda, Alman faşizmini şöyle anlatmaktadır. “Bolşevik Partisi Tarihi” (2) adlı eserin Onbirinci Bölüm’ünden aktarıyoruz:
“Almanya’da faşizmin zaferi, yalnızca işçi sınıfının zayıflığının bir belirtisi ve faşizme yol açan Sosyal Demokrat Parti’nin işçi sınıfına ihanetinin bir sonucu olarak görülmemelidir; bunu, burjuvazinin artık eskisi gibi parlamentarizm ve burjuva demokrasisi yöntemleriyle egemenliğini sürdüremediğinin, dolayısıyla iç politikada terörist iktidar yöntemlerine başvurmak zorunda kaldığının bir belirtisi olarak da değerlendirmek gerekir.”
Bu paragrafta, “iç politikada terörist iktidar yöntemlerine başvurmak zorunda kaldığının bir belirtisi” açıklamasına dikkati çekeriz. Aynı eserin aynı bölümünden alınan aşağıdaki paragrafı da, faşizmin biraz daha açıklanmasına faydası olur kanaatiyle buraya geçirdik.
“Onaltıcı Parti Kongresi’ne Merkez Komitesi adına sunduğu raporunda Stalin arkadaş, burjuvazinin ekonomik buhrandan bir kurtuluş yolu bulmak için, bir yandan kapitalizmin en gerici, en şoven, en emperyalist ögelerinin diktatörlüğü olan faşist diktatörlüğü kurmak suretiyle işçi sınıfını ezerken, öte yandan savunması zayıf ülkelerin zararına sömürgelerin ve nüfuz bölgelerinin yeniden bölüşülmesi uğrunda savaş kışkırtıcılığı yapacağını belirtti.”
Türkiye’de devleti ve onun karakterini inceleyebilmek için, üretim tarzına ve bu tarzın üretim güçlerini geliştirmedeki sürecine bakmak gerekir. Emperyalizme bağımlı kapitalist bir gelişme yolunu izleyen Türkiye’de, üretim güçlerindeki her gelişme, zorunlu olarak devlette de, biçimde değişiklikleri getirmiştir. Cumhuriyet’in kuruluşundan hemen sonraki dönemler, genel olarak devlette biçim arama dönemleridir. Bu dönemler, bir istikrarsızlık dönemi olarak gösterilebilir. Emperyalizme bağımlı kapitalist sistem baştan beri seçilmiş olmasına rağmen, kapitalin henüz en ilkel birikim döneminde olması, emperyalizmin ekonomik kriz içerisinde bulunması, çeşitli ekonomik ve siyasî görüşlerin çatışması, böyle bir istikrarsızlığın başlıca sebepleri olarak sayılabilir.
Bu dönemde, ekonomi ve devlet, henüz şekillenme içerisindedirler. Bu anlamda, devletin gerçek sahiplerinin henüz kesin olarak kimler ve hangi sınıflar olduğu gözlerden gizlenebilir ve devleti sınıflar üstü görme eğiliminde olanlar, bürokrasinin devlete hakim olma eğilimlerini, bu düşüncelerine bir materyal haline getirebilirler. Elbette ki bu, bürokrasiyi devletin bir organı olarak göremeyen ve eni sonu, hakim sınıfın bir maşası olduğunu düşünemeyenler için söz konusudur.
Türkiye’de devletin tam şeklini bulması, ABD emperyalizminin, dünya kapitalist sistemine, dolayısıyla da Türkiye’ye hakim olmasıyla başlar. Buradan itibaren, ekonomik, sosyal ve siyasî yapıda, emperyalizme bağımlı kapitalizmin bütün unsurları gözlenebilir. Bu cümleden olarak Türkiye’de devlet, ekonomik ve siyasî temelde, emperyalizmle işbirliği halinde olan burjuvazinin gelişmesi ölçüsünde, onun hakimiyeti altına girmiş olur.
27 Mayıs 1960 hareketi, gelişen bir sınıfın, yani emperyalizme bağımlı burjuvazinin, toprak ağalarının hakimiyeti altındaki devlete bir darbe yoluyla el koymaları şeklinde açıklanabilir. Bu, aynı zamanda, 1876’dan beri süren, 1908’de ve 1923’de çok önemli atılımlar yaparak gelişen emperyalizme bağımlı burjuvazinin, devleti ele geçirmesi ve kendisine tabi kılması mücadelesinin izlediği sürecin de bir ifadesi olur.
Toprak ağalığını geriletip siyasî iktidarı ele geçirmeye çalışan emperyalizme bağımlı burjuvazi, halk yığınlarının desteğine muhtaç olduğu için, 27 Mayıs 1960’tan sonra, liberal bir Anayasa ile ortaya çıkmıştır. Bu Anayasa, geçici olarak kısmî bir özgürlük ortamı getirmiş ve devleti, kısmen demokratik bir görünüme büründürmüştür. Türkiye’de burjuva demokrasisi, 1923’ten itibaren, hiç bir zaman devletin niteliği haline gelememiştir.
Burjuvazi ile birlikte, proletaryanın da sayı ve giderek de nitelik olarak gelişmesi tabiîdir. Yeni gelişen kapitalizmin en önemli meselesi, kapital birikimini arttırmak olarak ortaya çıkmaktadır. Emperyalizme bağımlı burjuvazi, emperyalist burjuvazi ile rekabet etmek zorunda olduğu için, proletaryayı en ağır biçimde sömürmek, köylüyü soyup soğana çevirmek, halkı ise her türlü yoldan kazıklamak yoluna başvurmuştur. Proletarya ve halk yığınları, azamî derecede sömürüye tabi tutulmuşlardır. Emperyalist dönemdeki kapitalizmin temel kanunu işlemektedir: Azamî derecede sömürü, azamî kâr...
Böyle bir durumun tabiî sonucu olarak, kapital biriktirmek adına, hem burjuvazinin kendi arasındaki çelişki, hem burjuvazi ile toprak ağalığı arasındaki çelişkiler su yüzüne çıkacak, hem de, sömürülen yığınlarla sömürenler arasındaki çelişkiler, aktif bir duruma dönüşecektir. İşte bu noktada, emperyalizme bağımlı kapitalist devletin asıl karakteri ortaya çıkmıştır. Bu devlet, buradan itibaren artık, sömüren sınıfın “baskı ve hakimiyet aleti” olarak, bir terör ve zulüm makinası şeklinde işletilmiştir.
1963 yılında, yeni Anayasa’nın sağladığı imkânlarla, proletaryaya ve çalışanlara grev hakkı doğmuştur. Fakat grevler, proletarya ve çalışanlar tarafından kullanılmaya başlandığında, üzerlerine ordu, jandarma ve polis birlikleri gönderilmeye başlanmıştır. Polis, “toplum polisi” adı altında yeni bir örgütlenmeyle, bu işle görevlendirilmiştir.
Gene., “Toplantı, Gösteri ve Yürüyüşleri Kanunu” çıkarılmış, fakat aynı şekilde, uygulanılmaya başlandığında, bu aynı güçler tarafından en sert biçimde engellenmiştir.
Siyasî Partiler, Dernekler ve Sendikalar kanunları, önce uygulamalarda kısıtlanmış, daha sonra da değiştirilerek, soldaki örgütlenmelere darbeler indirilmiştir.
Faşist siyasî örgütlenmeler güçlendirilmiş ve başta komünistler olmak üzere, bütün sola karşı saldırgan bir baskı gücü oluşturulmuştur.
Genellikle sıkı-yönetimlere başvurulmuş ve nispî demokrasi, her zaman kâğıt üzerinde kalmıştır. Böyle durumlarda, ordu, jandarma ve polisin faşist karakteri tam anlamıyla ortaya çıkmıştır. Sıkı-yönetim mahkemeleri, komünistleri ve diğer ilericileri hapishanelere doldurmak üzere kurulup işletilmiştir.
Böylece, 1971 12 Mart’ına gelinmiştir. Bu dönemde, askeri faşist bir darbe ile faşizm görüntü değiştirmiş ve daha yüksek bir aşamasına geçmiştir. Anayasa, bizzat koyucuları tarafından, gerici bir biçimde değişikliklere uğratılmıştır.
Parlamento, emperyalizme bağımlı burjuvaziyi ekonomik ve siyasî yönden güçlendiren kanunlar çıkararak, faşist karakterini gözü görmeyenlere bile gösterecek derecede kendisini açığa vermiştir. Burjuvazi lehine, “Toprak Reformu Kanunu”, “Teşvik Tedbirleri Kanunu”, “Finansman ve Emlâk Vergisi Kanunu”, “Devlet Güvenlik Mahkemeleri Kanunu” ve benzerleri çıkarılmıştır. “Millî Güvenlik Kurulu” denen kurum, emperyalizmin direktifiyle, baskı güçlerine dayanarak, sıkı-yönetim vasıtası ile, parlamentoyu ve hükümetleri açık ve kesin bir biçimde, denetimi altına almıştır.
Devletin ordu kurumu içerisinde, “Millî İstihbarat Teşkilatı” ile birlikte, “Kontrgerilla” ve “İşkencehane”ler kurulmuştur. Cezaevleri, komünistler ve demokratlarla doldurulmuştur. Kürt milletine karşı terör, yüksek noktalara ulaştırılmıştır.
Radyo ve televizyon gibi yığınlara haber ileten araçlar, faşist rejimin propagandalarıyla doldurulmuş, ilerici her türlü basılı yayın ve diğer sanat faaliyetleri, büyük takibatlara uğratılmıştır.
Öğretim kurumları, faşizmin ideolojik kaynağı olan, milliyetçilik, ırkçılık ve din eğitimiyle, kendisine taban yetiştirmeye yönelmiştir.
Meslek okulları yaygınlaştırılıp, kalifiye işçilerin yerini tutacak, faşist eğitimli kadrolar yetiştirilmeye başlanmıştır.
Milliyetçi sendikalar türetilmiş, ilerici sendikacılık, terör ile yönlerinden çevrilmiştir. Ulaştırma ve haberleşme işçilerine grev kullandırmamak ve daha da önemlisi, bunları kendi denetimleri içerisinde toplamak için her yola başvurmaktadırlar. Sosyal reformcu DİSK’in bünyesinde bulunan birkaç maden ve temel sanayi iş kolundaki fabrikayı, terörle faşist sendikalara mal etmişlerdir. Petrol ve diğer enerji iş kollarındaki işçiler de, bütünüyle faşist sendikalarda toplanmıştır.
Memurlara sendikalaşma hakkı tanınmamış ve esnaflar, gerici bir şekilde, kanunlarla örgütlenmeye zorlanmıştır.
Ayrıca ve özellikle, 1 Mayıs 1977 ve benzeri yığın gösterilerine yöneltilen CIA ve MİT tertiplerine de dikkati çekmek isteriz. Bu olayların hesabı devletten, olaydan mağdur olan ve topluca katledilmiş bulunan devrimci yığınların ne yakınları, ne de örgütleri tarafından sorulamamaktadır.
Sokaklarda ölüm kol gezmekte ve faşist saldırılar evlere kadar uzanmaktadır. Sözde, sportif uğraşılar için gençlik kampları kurulmakta, aslında ise buralar, faşist militanların yetiştirilme kampları halinde çalıştırılmaktadır. Devlet ve sözde demokrasinin teminatı olan siyasî partiler eliyle, profesyonel katiller yetiştirilmektedir.
İşte, bu günkü durum budur: Bu devlet için ise, arkadaşlarımızdan bazıları, faşist değildir demektedirler. Peki o halde nedir dediğimizde ise, cevap vermemektedirler. Üstelik de, bilgisizliklerinin cezasını bizlere çektirmek istercesine, bu soruya cevap verene kadar, örgütlenmemizin merkezî bir yapıya geçmesini engellemeye çalışmaktadırlar. Sürekli Dimitrov demekte, sürekli klâsik faşizmle bir benzerlik aramaya çalışmaktadırlar. Gerçi faşizm çeşitli biçimler göstermekle birlikte, gene de metod olarak, birbirlerinden tam farklı değillerdir. Nitekim, yukarıda göstermeye çalıştıklarımız, aşağı yukarı daha önceki faşist devletlerde de gözlenebilir. Arkadaşlar Dimitrov’u ve Komintern’in faşizm üzerine aldığı kararları bilmemektedirler. Aynı şekilde, Marksizm-Leninizm’in devlet üzerine teorisini de...
Dimitrov, ünlü eserinin “Faşizmin Sınıfsal muhtevası” başlıklı bölümünde, şunları yazıyor:
“Tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşullar, ulusal özellikler, hatta bir ülkenin uluslararası durumu, faşizmin ve faşist diktatörlüğün değişik ülkelerde, değişik biçimlerde gelişmesine yol açmaktadır. Faşizmin geniş bir kitle dayanağı bulamadığı ve faşist burjuva kampın çeşitli grupları arasındaki mücadelenin keskin olduğu bir takım ülkelerde bu rejim, öncelikle parlamentoyu feshetmek yoluna gitmez. Sosyal Demokrat Partiler de dahil olmak üzere, öteki burjuva partilerinin biraz meşruiyet elde etmelerine göz yumar. Başka ülkelerde eğer yönetici burjuvazi erken bir devrimin patlak vermesinden korkuyorsa, faşizm sınırlandırılmamış olan siyasî tekelini kurar. Bunu, ya hemen ya da rakip parti ve gruplara karşı terör yöntemini ve kan kusturmayı artırarak yapar. Kendi durumu özellikle açıklığa kavuşunca bu durum faşizmin, kendi temelini genişletmesini ve sınıfsal yapısını değiştirmeksizin açık terörist diktatoryayı kaba ve uydurma bir parlamentarizmle birleştirmesini engelleyemez.”
Tereddüt nerededir? Her terörist rejimin faşizm olmadığını ileri süren arkadaşlarımıza tekrar soruyoruz:
Emperyalizme bağımlı burjuvazinin anti-demokrat ve terörist tutumuyla, istikrardan yoksun bir ekonomiyi ve yönetimi rasyonelleştirmeye ve proletarya ihtilâlini önlemeye çalışmasına faşizm, sınıf hakimiyetine ise, faşist diktatörlük denmez de ne denebilir? Tereddüt nerededir? Gerek revizyonizm konusundaki cevapsızlık, gerekse Türkiye’de devlet konusundaki cevapsızlık gözönüne alınırsa, bu arkadaşlara karşı bizde bazı yargılamaların doğması garip mi olur?
Evet, arkadaşlarımız bilgiden yoksundurlar. Özellikle ilgi duydukları gençlik hareketi içerisindeki teorik saçmalıklardan bunalıp, sağlam bir düşünce metodu edinememişlerdir. Bu yüzden, şüphecilik, illetine yakalanmışlar, bu da onları, bilinemezciliğe sürüklemiştir. Ve dolayısıyla da pasifizme...
Onlara, Türkiye’de proletarya hareketinin bu günkü temel meselesinin, parti meselesi olduğunu, daha ilk selamlaştığımız gün anlatmıştık. Esas olanın bu yönde çalışmak olduğunu, var gücümüzle açıklamaya çalışmıştık. Bütün çabamızla onları, bu temel üzerinden çeşitli meselelere bakmaya yöneltmeye çalışmıştık. Fakat onlar her zaman, hareketi, bulundukları öğrenci çevresi içerisinde değerlendirmek ve dolayısıyla da, yanlışlıklara düşmek talihsizliğinden kurtulamadılar.
Türkiye’de faşizmin bulunmadığını söyleyerek, yeni bir teorik saçmalık doğurmaya çalışan orta-yolcu bir grubun etkisinde kalıp, bizlere karşı cephe aldılar. O grup ki, içinden çıktıkları ve sürekli faşizm diyen bir gruba karşı tepki olarak gelişmesini sürdüren ve bu yüzden de, olmadık teorik saçmalıklara yer veren lâfazanlardan meydana gelmiştir. Ve üstü örtülü olarak, gizlice revizyonizmin Sovyetler kampına doğru hızla ilerlemektedirler.
Türkiye’de faşizm vardır ve faşizmin ortadan kaldırılması bir devrim sorunudur. Bu gün, Türkiye’de faşizmin varlığını kabul etmeyenler, aynı zamanda, sosyal devrim fikrinden caymış olan reformist gruplardır. Burjuva demokrasisi hayali içerisinde gezinip duranlardır. Emperyalizmi ve ona bağımlı kapitalizmi ve toprak ağalığını yok etmeyi göze alamayanlardır. Bu faşist devleti yok edip, sosyalizme geçişi sağlayacak olan proletarya ve yoksul köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünden korkanlardır.
Arkadaşlarımızı, faşizme destek olmamaları için uyarmayı, proletarya ihtilâlini en samimî hislerle arzulayan komünistler olarak bir görev bilmekteyiz. Revizyonist TKP ve benzeri akımların dillerini kullanarak, faşizmi gökte aramayı bırakmalıdırlar. Faşizm, üzerinde yaşadıkları topraklar üzerinde boy vermiş ve Türkiye halkını, zehirli bir sarmaşık gibi sarmıştır. Tıpkı revizyonizmin, bütün Sovyetler Birliği’ni sarmaya başladığı gibi...
(1) Faşizme Karşı Birleşik Cephe – Georgi Dimitrov May Yayınları – Mart 1975Bolşevik Partisi Tarihi – J.Stalin’in Başkanlığında Bir Kurul (1938) Bilim ve Sosyalizm Yayınları – Temmuz 1976

0 Comments:

Post a Comment

<< Home